4 Aralık 2011 Pazar

Sen seslerin resmini yapabilir misin Abidin.?

Sen seslerin resmini yapabilir misin Abidin.?

Burada yazmak fikri herşeyden önce tuhaf bir çelişkiyle başlıyor kafamda. Çünkü günlük şahsa özel bir uğraştır, oysa yazdıklarımın başkaları tarafından okunacak olması fikri günlük yazmanın masumiyetiyle tezat oluşturuyor. Ancak elbette bu kadar köşeli düşünüp kesip atmayacağım. Çünkü en nihayetinde bir paylaşım aracı olan yazının büyülü dünyası beni tanımadığım insanların zihnine taşıdığında, ölümlü olma fikrinin her insanda olduğu gibi bende de yarattığı dayanılmaz acizlik hissi bir nebze de olsun hafifleyecektir.
Üniversite yıllarımda dil ve yazı ile ilgili kitapların birinde bir öykü anımsıyorum. Bunlardan birisi özetle şöyleydi: Efendi sahip, uşak kızılderili yerliye bir sepetin içindeki bir miktar inciri komşu çiftliğin sahibine götürmesini istemiş. Sepetin içine kaç incir olduğunu belirtir bir not yazıp koymayı da ihmel etmemiş. Okuma yazması olmadığı gibi yazının ne işe yaradığından bile habersiz olan uşak; yolda acıkmış ve kimsenin farketmeyeceğini düşünerek incirlerden bir kaçını yemiş. Derken komşu çiftliğin sahibine incirlerin kalanını vermiş. Adam sepetteki notu okumuş ve incirleri saymış. Ekisik olduğunu anladığında o da bir not yazmış ve uşağı geri göndermiş. Efendi sahip komşusundan gelen notu okumuş ve inicrlerden tam olarak kaç tanesinin eksik olduğunu öğrenip uşağa söylemiş. Uşak bunun üzerine suçunu itiraf etmiş. Fakat bir yandan da bir takım şekillerden vucut bulmuş bu tuhaf simgelerin (yazının)canlı olduğunu ve gözleri aracılığıyla kendisini gördüğünü düşünmüş. Derken bir süre sonra efendi sahip, uşağı aynı görevle komşu çiftliğe elinde sepetle tekrar göndermiş ve tabi ki sepete kaç incir olduğunu belirtir pusulayı eklemeyi de ihmal etmemiş. Uşak yolda sepeti açıp pusula kağıdını taşların arasına gizlemiş ve üzerini iyice örtmüş. böylece kağıdın kendisini görmeyeceğini düşünmüş ve birkaç incir yemiş. Ancak suçu terkar anlaşıldığında hayrete düşmüş ve yazının herşeyi gören bilen duyan bir tanrı olduğuna kanaat getirmiş.
Yazı sahiden herşeyi gören bilen ve duyan bir tanrı mıdır, bazıları için evet. Bazıları içinse insan olma ayrıcalığımızın sıradan bir tezahürüdür sadece. Doğrusu ben birinci 'bazıları' hanesine alıyorum kendimi. Nedeni ise dünyayı ve yaşadığım zamanı kendi algı dünyamla imzalayıp sonsuzluğa bir duvar notu olarak bıraktığımı düşünmemeden ileri geliyor. yazı olmadan önce duvarlara çizilen resimlerin binlerce yılın içinden günümze kadar gelmesi nasıl olağanüstü bir şeyse, sıradan bir notun ya da sıkı bir Sait Faik öyküsünün yüz yıllar sonrasına kalma olasılığı da aynı ölçüde olağanüstü olsa gerek. Hiç unutur muyum bir filmde zamanının entellektüeli sayılacak; gezgin bir ortaçağ Arap savaçının yolu barbar Vikinglerin içine düşer. Vikinglerin lideri ona 'sen seslerin resmini yapabilir misin' diye sormuş; savaşçı 'evet' dedikten sonra önündeki kuma arapça harflerden oluşan kelimeler yazmaya başlamış ve sanki sahiden o anda tüm kelimeler bir çığlık postuna bürünüp donmuş; adamın kuma işlediği harflerin kavislerine sinmişti.
Biz, seslerin resmini yapmayı çok zahmetli bulan bir yüzyılın çocukları olarak artık onların şip şak fotolarını çekiyoruz. Hatta fotoları fotokopi yapıp elden ele dağıtıyoruz. Ancak her fotokopi gibi çıktığı özünden gittikçe uzaklaşan bir hal alıyor bu pratik işlem. Burda seslerin resmini yapmaya çalışmasam da çektiğim fotoğrafa sıkı bir rütuş atmak isterim. Çünkü tarih upuzun turuncudan arakladığı ensesini bir zaman benim kadim varoluşumun herhangi bir anına doğru eğdiğinde; gördüğü ve not etmek istediği şeyin çok özel olmasını isterim.
Herkese sevgiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder