4 Aralık 2011 Pazar

Mahalle de basık, hava da...

Mahalle de basık, hava da...

Şerif Mardin kuyuya taş atan bir deli midir? Evet. Hem de köyün delisi. 'Çok'un karşısında 'tek' olmak artık daha da zorlaştığı için mi mahalle baskısından söz edildi.
Aslında Türkiye'de muteber olan; söylenenin, yapılanın, görselleşenin ya da afişe olanın içeriğindeki nitelik falan değil. Sadece tuhaf bir zar sihiriyle zamanında ve yerinde denk getirip söylemek ya da yapmak, bazen de yapmamak. Tıpkı geçtiğimiz yaz Türkbükü şezlongunu yazlık saray postunda kiralayan küçük hanımın bu cool tavrının milletçe başımza bela olması gibi. Anlaşılıyor ki bazen hiç birşey yapmadan da birçok şey yapılabiliyormuş memleketimde. Mahalle baskısına geri dönersek. efendim sahiden var mıdır mahalle baskısı. Adında mutabık kalamadığımız ve vekaleten adlar taktığımız islamcılar (mı) mutaasıplar (mı) şeriatçılar (mı) gericiler (mi) tutcular (mı) muhafazakarlar (mı) her kimse onlar, yani istatistik lisanında ben değilsem karşımdaki olan kişi(ler) bu tür korkuların abartılı olduğunu beyan etmekte gecikmediler.
Toplumun sözümona(!) kuşku ve şüphelerinin doruk yaptığı bir kaç gün içinde gelişen olay ve beyanlara bakıldığında hiçbir şey söylemeye gerek kalmadığı ortadaydı. Başbakanın kadınlarla ilgili hikmetinden sual olunmaz ali cenaplıkla 'merak etmeyin haklarınızın teminatı benim' mealinden sözler söylemesi buna bir örnekti. Yani ki, zahmet buyurup 'korkmayın ben varım' derken 'sizden öte ben varım' ve sizden öte ben muktedirim türünden teminat beyanında bulunmanın bir çeşit fazilet olduğunu düşünmüş müşfik bir yönetici profili mi bu. yoksa yeni moda efendi köle ilişkisinin alt metni mi ..
Aynı günlerde 'kadınlar ruandaya' sözü de inciler koleksiyonunun muteber taneciklerinden birisi oluverdi. (unutalar ve bilmeyenler için küçük bir not olarak: 90'ların başında Ruanda da iki kabile arasında baş gösteren çatışma kısa sürede bir kabilenin diğerini açıkça ve alenen katletmesiyle devam etti. Modern zamanların kanı soğumamış vahşetlerinden en büyüğü olarak günümüz tarihinin taze mürekkebiyle geleceğe ileteceğimiz bir utanç olayıdır bu. Haftalara hatta günlere sığacak kadar kısa bir sürede bir milyonun üzerinde insan katledilmiş, katliamda ölen erkelerin oranı oldukça fazla olduğu için savaştan sonra Ruanda meclisinde biraz da zorunluluktan parlementerlerin yüzde kırkı kadınlardan oluşuvermişti. Parlementoda ezici sayılacak bir çoğunluk elde eden kadınlar elbette çağdaş dünyanın bir parçası olarak anayasalarını kadınlara özgürlükçü maddelerle yücelltiler ve hala da yüceltmeye devam etmektedirler. )
İşte bizim başbakanımızın ima ettiği Ruanda olayı tam olarak budur. Tuhaf, acı ve kızgınlık verici. Herşeyden önce vahşi bir katlimın yarattığı bu durumu bir polemik malzemesi olarak sunmak ahlaki midir. Hele hele dini saikleri sosyal yaşamının başat referansı olan bir kişinin en hafifinden kendi dininin töresine de zıt olabilecek sözler değil midir bunlar.
Mahalle basıkısı fenomeninin ortalığı kasıp kavurduğu ilk günlerde islamcı diye(lim bari) tabir edilen basın yayın kuruluşlarından bir bölümünün yine kendi cenahlarından mutaassıp bir bayanın kadın hakları ile ilgili yazdıklarına ve düşündüklerini ifade etmesine karşın takındıkları hırçın tavır onları kadına yönelik aşağılayı hakaretleri fütursuzca söylemeye kadar götürdü. yani takke düştü kel göründü.
Mahalle baskısı hep vardı. Şimdi ayyuka çıktı. Günümüz Türkiyesinde oruç tuttuğu için öldürülen birisi olduğunu gördünüz mü. Bu satırların naçiz yazarı ortaokul yıllarında yeni yetme bir çocukken ramazan ayında cami tuvaletlerinde küflenmiş kaymaklı büsküvi yemek zorunda kaldığı küçük bir doğu kasabasında büyümüşür ve hala (tiksindiği için) kaymaklı büsküvi yememektedir. Ramazan ayında sokakta bişey yeme ya da içmeyi bir yana bırakın oruç tutmadığı rivayet edilenlerin bile linç edilidiğini görmüş olanların sayısı hiç de az değildir. İran'da devrim muhafızı, Suudi Arabistan'da İslam Polisi varsa bizim de mahalle baskımız vardır. Hem de daniskası vardır. Eski köye yeni adet getirenleri sevmeyiz. Top sakal bırakanı önce döver sonra kendi haline bırakırız. Başı açık olan kadın sayısı az ya da çok. Mesele bu değil. Sokağın dilinin eril olması asıl mesele. Yeni yetme delikanlıların teknoloji adına tek tasavvurlarının cep telefonu melodi ve oyunlarının olduğu; hayal dünyası adına tek arpalarının Polat Alemdar ruhu olduğu mahallelerin tespihli, satırlı, yalnız gezen ve artık sadece başı açık kızlara laf atan, taciz eden salya sümük kat elbiseli böğürücü gençlerin gümbür gümbür mahallesi burası. Zamanın birinde birisi efendim memleket mozaik demişti de merhum Türkeş 'ne mazayiği ulan mermer mermer' demişti vallahi helal olsun kendisi alaylı bir sosyologmuşta haberimiz yokmuş. marmerden bir baskının altında inim inim inliyoruz. mermer gibi tek ve soğuk her yanımız.
Aslında Şerif Mardin in söylediklerine ek olarak naçizane fikrim şudur : Mesele sistemli bir çapsızlaşma hadisesidir. Zevkleri kabalaşan, eğlenceleri güdükleşen, zerafeti nispet küstahlığına dönüşen takıntılı, taraflı, hastalıklı bir sosyalleşme çapsızlığıdır bu. Dinlenen müziklerden; okun(may)an kitaplara; tv programlarından; giyim kuşama kadar her kademe ve yerde sokağın dili çapsızlaşıyor. Ancak bunu başlatan her türden yönetici sınıfın ta kendisidir. Çünkü en başta onların estetik, kültürel ve sanatsal ufuklarında acı verici bir çapsızlık yaşanmaktadır. Sokak ve caddelerde sergilenen ve adına heykel denen rezaletler. Sergi diye kabul edilip uyduruk el işçiliği hırsızlaması hilkat garibelerinin ortalarda dolaştığı kasabalar, şehirler, mimari adına hiçbir anlamı olmayan binalar, taş, asfalt ve mucurdan hayat bulmuş yaşam(ama) alanları... Herşeyden önce bizzat kendi varlığına baskı yapan bir beton yığını değil de nedir tüm bunlar.
Mesleğinde yükselmenin daha fazla 'allaha şükür' daha fazla cemaat referansı, takunya giymek olduğu, sendikaların kadro danışma merkezi olduğu, şube müdürlerinin ve her türden iş bitiricinin hınca hınç inşa ettiği şey mahalle baskısı değil allahına kadar kurumsal baskıdır. Dünün birokratlarından şikayetçi olanlar bugün işe yeni sürüm birokrat bir sınıf yaratmakla başladı. Milli Eğitim başta olmak üzere en küçük memurundan valisine kadar
tüm birokratlar ve memurlar önce kendisinden olanın sonra memleketin hizmetindeler.
Bir bütün olarak yetiştiremediğimiz insanların bir şeyi hep eksik kaldığı için mi mahalle baskısından söz ediyoruz. Bir çeşit orantısız güç mü denmeli buna. Üst düzey makam odalarının duvarlarında asılı olan resimler, duvar süslemeleri, dinlenen müzikler en hafifinden zerafet yoksunu, kaba, güdük, sıkıntı verici. Hep 'ben burdayım ve buyum' dayatmacılığıyla soluk alıp veren koridorlar, duvarlar. Tekleştirici, yok sayıcı, ezici, buyrgan ve itaatkar. Dünün rejimindeki baskıcı ikonalardan şikayet edenler yerine ne koydular allasen?! Yeni bir dil mi. Sanat mı Kültür mü. Edebiyat ya da retorik mi. yoksa refah mı?..Ne? .. Koskocaman bir itaatkarlık .. Hepsi bu. Altta kalanın boynu kopsun. Cemaat namazda sen neden değilsin. Ramazan ayında zahmet edip nezaketen olsa bile o çok değer verdikleri ikram seramonisini arka ceplerinin karanlık içlerinde saklayanlar mı demokrat olacak. Avrupa Birliği palavrasıyla Avrupanın kanla, gözyaşıyla, akılla, bilim ve sanatla katettiği o yoldan fersah fersah bizi uzağa itenlerin mahallesindeyiz. Geçmiş olsun. Mahalle de basık. Hava da..
Mahallenin baskısı sadece bizim gibi kat be kat memleketin zencilerine dönüşen ötekiler üzerine midir. Değildir elbet. Herşeyden önce kendi varoluşundan kaynaklanan yüzyılların sayısız dirhemleriyle oluşturduğu ve bizzat kendi içine batan kendini yoran hantallaştıran bir baskısı vardır. Bir gün sosyal yaşamın fay hatlarında yaşanacak en küçük kayma bu fazla yüklü olan mahalleleri önce kendi varlığının köhne içlerine göçürtecek sonra oradan geçerken hasbel kader felaketten nasibini alacak benim gibi insanların başına geçecek. Ama en azından baskı ortadan kalkacak. Mahalle de artık tekrar inşa edilemeyecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder