7 Aralık 2011 Çarşamba

bir köpek gibi dolaştım bu dünyada...

A.Girizgah
bir köpek gibi dolaştım bu dünyada.. aşağılanası değil. çaresiz biraz. bir buçuk dile hapsolmuş... kokusuyla yerin göğün ve rüzgarın... unuttum tanıdığım her şeyi. hatırladığım ilk şey unutmak oldu... kocaman burnum ve kara tenimle az ötenin tepelerini anlatabildim sadece... büyük bulutlar üzerimizden geçmeden önce mavi kubbeyi ben yarattım sanıyordum... en çok meczup olmayı hayal ettim. yitip gitmeyi herkesin içinde. telefon faturası ödemeden. banka borçlarına boğulmadan kredi kartı kaydımdan doğum günü mesajı almadan, muhtarlıkta kaydım olmadan. devletlin serin arşivlerinde solgun vesikalıklarla soysuz kağıtlara zımbalanmadan. hiçbir dinin, hiçbir ülkenin ve hiçbir ırkın mensubu olmadan. bir meczup olmayı özledim en çok.

B. Tatsız Karşılaşma
 neyzen tevfik mekan tuttuğu köşede gelip geçenlere şarkı söyleyip ney çalar, açık saçık fıkralar hikayeler anlatırmış. üstü başı kir pas içindeymiş. lime lime olmuş giysileri; sanki oradan geçerken öylesine onun bedeninde duruvermiş gibiymiş.. mehmet akif ersoy ise maneviyat timsali ve haysiyet sahibi bir aydın olarak neyzen tevfik in mekan tuttuğu yere gelir, ancak faytonundan inmeden bu zavallı meczup sarhoş ve 'haysiyetini yitirmiş' adama bakarak için için ağlarmış. onun haline bakarken ve ona üzüldüğünü zannederken aslında göz yaşlarıyla kendi maneviyatını temize çıkarırmış. bir gün dayanamamış ve ona demiş ki. 'efendi efendi, ayıp değil midir, koca adamsın yarı çıplak halinle ve sarhoş sarhoş sokaklarda yatıyorsun. bak elbiselerinin yırtıklarından edep yerlerin gözüküyor..' neyzen tevfik  başını göğe dikip ellerini açmış ve demiş ki 'allahım sana şükürler olsun hala edep yerlerime bakıp benim adıma haya eden birleri varmış.'

C. Muskacı Mailo'nun Kıssası
ancak yine de herkes kendisi kadar yaşayıp kendisi kadar ölüyor işte. urfa birecik'te muskacı mayilo vardı. doğrusu tuhaf adamdı. yeni tanıştığı herkese oracıkta bir muska yazar, ona bir 'dert' buluverir ardından derman olarak da muskasını takdim ederdi.. pek banyo yapmazdı. kasaba çocuklarının kuran kursuna giderken 'accayip kutsal kitabı' sakladıkları kumaş heybelere benzer bir heybesi vardı. ama içinde kutsal kitap yoktu.ekmek peynir. şifalı olduğunu düşündüğü bir takım otlar. kese kağıtları. kalem ve esrar olurdu.. birgün berberde otururken köy eşrafından birinin ölüm ilanı belediye hoparlöründen anons edildi.. oradakilere ölenin kim olduğunu sordu. kendi halinde bir adammış ölen... suya sabuna dokunmazmış . ..mayilo camekandan dışarı bakarak dedi ki 'boşu boşuna yaşamış boşu boşuna ölmüş. bir kişi ya kötülüğüyle ya da iyiliğiyle iz bırakmalı. kötülük de iyilik de marifettir. hiçbir marifeti yokmuş ölenin...onun için namazı da caiz değildir...

D.Mayilo'nun Vecizesiyle Uç veren Habis Monoloğa Giriş
kötülükte marifet sınırlarını zorlayanları anımsadım birden. hitler i saddam ı esat oktay yıldıran ı mehmet ağar ı stalin i .ve daha nicelerini.. can yanar ten içinde kalır diyesim geldi.. tarih ne çok sırlarla dolu.. evler.. şu pencereler. şu uzaktaki ışıklar.. herkesin kokusu, burnu yüzü gibi huyu var işte.. herkesin kötülük yapma becerisi de var mıdır. bizi kötülük yapmaktan alıkoyan kurallar dışında farkında olmadan kötülük yapmamıza neden olan kavramlar da vardır herhalde. mesela haysiyet..tdk da haysiyet sözcüğünün karşılığı: değer saygınlık itibar... haysiyet koca bir yalan..bize biçilmiş bir kumaş.. ya da şöyle diyelim. bir kişiye kırk defa haysiyetli dersen öyle olur..velhasılı yetişkin işi bir gaz.. asıl olay erdem sahibi olmak sanırım. kant mı derdi bunu. iyi de erdem ile haysiyet arasında bir paralellik yok mu .. komşuluk falan.. sanırım haysiyet biraz daha yerel bir kavram..dışardan monte ediliyor. ölçüsünü kişinin kendisi değil çevresi belirliyor.. çünkü haysiyet denilen şeyin sınırları yaşanan mevcut ahlakın ufku ölçüsünde biçim buluyor. her çağın haysiyeti başka başka.. oysa erdem homerostan hatta gılgameş ten bu yana aynıdır.

E.  Bir Film Vardı ya da Kötülüğün Yarattığı Defakto...
bir de şu var.. kötülüğe duyulan öfke bir çeşit motivasyona dönüşüyor. yani kötülük bir anlamda zıddına hizmet ediyor. ama asıl tuhaf olan, motivasyon yaratan, kötülüğün ortadan kalkmasıyla kötülüğe maruz kalan kişinin ruhunda oluşan boşluk ve hiçlik hissi... bu çıkarsamayı çok şaşırtıcı bir menkıbeyle öğrenmiştim... filmin adı 'komplo' tek bir mekanda geçiyor.. ve gerçek bir olaydan esinlenerek kurgulanmış bir film. ikinci dünya savaşının en alengirili zamanlarında hitler almanyasının paşa babaları bir malikanede toplanıp yahudileri nasıl ortadan kaldırcaklarını tartışıyorlar. bizzat rayhcın(okunuşu daha sempatik) yani führerin talimatları doğrultusunda tertip edilmiş, fena halde resmi bir toplantı.. kimler yok ki. es es komutanları.. hitler hukuğunu kaleme almış hukuk profesörleri. üst düzey komutanlar. gizli teşkilattan karanlık adamlar. paramiliter güçlerin emir babaları, işgal bölgelerinin atanmış birokratları. ünlü avukatlar.... mesele dikdörtgen masa etrafına toplanmış yaklaşık on beş kişi tarafından tartışılıyor.. mesele; işgal bölgesindeki yahudi kitleleri  en pratik şekilde ortadan kaldırma yönteminin nasıl ve ne olduğu... duruma üstü örtülü bir şekilde itiraz eden hukuk profesörü;  eşsiz ideolojilerinin bir ırka duyulan öfkeyle sınırlanmasının bizzat kendi ideolojilerini zaafa uğratacağı mealinden itirazlarını dile getiriyor... ve yemek arasında toplantıya katılanlardan birine -şu satırlarıma konuk olma şerefini taşıyan- meşhur menkıbeyi anlatıyor.. çocukluğu babasından dayak yiyerek, her türlü hakaret haksızlık ve eziyetle geçen bir adam varmış.. babasına karşı oldum olası öfke duyar, ondan nefret edermiş. o kadar büyükmüş ki babasına duyduğu nefret. tüm hayatı boyunca bu nefretinin yarattığı ruh haliyle çalışmış didinmiş ve büyük başarılar elde etmiş... adamın annesi ise çok iyi biriymiş. oğul babaya duyduğu öfke ve nefretin zıttı olacak ölçüde bir sevgi şefkat ve sadakatle annesine bağlıymış... gel zaman git zaman anne ölmüş. adam annenin mezarı başında oturmuş. üzülmesine üzlmüş ancak bir damla göz yaşı bile dökememiş. sadece durumun olağanlığını kabul etmekle yetinmiş. pek sarsılmamış... daha sonra pek nefret ettiği baba ölmüş. adam babasının mezarına gitmiş ve hüngür hüngür ağlamış.. ağlamaktan gözleri şişmiş..babasının ölümüyle içinde büyük bir boşluk duygusu oluşmuş.. tanıyanları bu duruma şaşırmışlar. çünkü çok sevdiği annesinin ölümünü nerdeyse bir çeşit duygusuzlukla kabullenen adamın; kendisine onca kötülükler yapmış babasının mezarında ağlamasına anlam verememişler. ..hikayenin bu bölümünde hukuk pofesörü alman, yanındaki es es komutanına neden diye sorar. sence neden...ancak cevabı yine kendisi verir. cevap şudur. adam hayatının mativasyonunu babasının ölümüyle yitirmiştir. babasına duyduğu öfke ve nefret, adamın ayakta kalabilmesi için yegane motivasyonuymuş. şimdi bir anlamda babanın ölümyle adamın hayatındaki tüm amacı elinden alınmıştır. -profesör, buradan yola çıkarak, faşist alman ideolojisinin sadece yahudi karşıtlığıyla sınırlı kalmasının ileride, yahudiler ortadan kalktığında, anlamsızlaşacağını belirtmek için anlattı-..

F. Lafın Devamı ve Avam Tespitler
mailo bunları biliyor muydu. kötülüğün farkında olmadan nasıl karşıt bir güç yarattığını.. aklıma uzak ve yakın tarihteki katliamlar geldi. şeyh bedrettin ve şurekasının katli.. kuyucu murat paşa nın osmanlıya baş kaldıran yörük ve türkmen aşiretleri kılıçtan geçirişi ve 'kuyucu' lakabını böyle aldığı.. yavuz selim..kazıklı voyvoda.. sahi bir de neron vardı. sarayının bahçesinde ışıklandırma için hristyanları yakarmış. fener misali. hristyan inancına mensup olanları kolezyumlardaki aslanlara yem olarak verdiğinde, seyirciler bu tuhaf dine inanan insanların ölüme korkusuzca gidişlerine hayran olmuş ve kitlesel olarak hristyanlık dinini seçmişler. bir nevi kötülüğü fırsata çevirmişler ilk hristyanlar. (dincilerin bu fırsat matematikçiliği beni hep şaşırtmıştır.) seyit rıza da, deniz gezmiş de adnan menders de hırant dink de diyarbakır zındanlarının işkence odaları da dersim'de katledilen zehirlenen onca masum çocuk ve kadın da faili meçhul cinayetler de, babası konuşsun diye polislerin karşısında tecavüz ettikleri on bir yaşındaki zilan kız ve babası da..... maruz kaldıkları kötülükler nasıl bir motivasyon yarattı onlarda ve tanıklığını yapan bizlerde... alma mazlumun ahını mı ...bir de şu var kötülük bir suça ceza olsun diye uygulandığında suçu sıfırlıyor  sahiden...yani  bir suç var ise buna tepki olarak ifa edilen 'ceza'nın da bir erdemi olmalı.. buna hukuk mu deyordu..oysa suçu aleni bir kötülük hissiyle cezalandırmak suçu  bir nevi nötrleştiriyor...

G. Son Söz ya da Umutsuz Toparlama Girişimi
bir köpek gibi dolaştık bu dünyada.. öğrendikçe daha çok korktuk. daha alengirili aletler icat ettikçe alengirili kişioğulları oluverdik. .. böyle olması gerekiyordu böyle mi oldu... selahaddin diyordu ki 'saladin kiye? saladin kuçıke islamêye' (selahhadin kimdir? selahaddin islamın köpeğidir.) ne islamın köpeği olmak islam toplumlarını refaha kavuşturdu. ne de devrimin köpeği olmak sosyalizmi gerçek kıldı. şimdi hepimiz sadece korkularımızın ve çıkarlarımızın köpeğiyiz..ama dedim ya köpek olmak aşağılanası bir kargış olsun diye değil, çaresizliğimize ve aslında bir hiç olduğumuza secde edelim diyedir.

4 Aralık 2011 Pazar

Sen seslerin resmini yapabilir misin Abidin.?

Sen seslerin resmini yapabilir misin Abidin.?

Burada yazmak fikri herşeyden önce tuhaf bir çelişkiyle başlıyor kafamda. Çünkü günlük şahsa özel bir uğraştır, oysa yazdıklarımın başkaları tarafından okunacak olması fikri günlük yazmanın masumiyetiyle tezat oluşturuyor. Ancak elbette bu kadar köşeli düşünüp kesip atmayacağım. Çünkü en nihayetinde bir paylaşım aracı olan yazının büyülü dünyası beni tanımadığım insanların zihnine taşıdığında, ölümlü olma fikrinin her insanda olduğu gibi bende de yarattığı dayanılmaz acizlik hissi bir nebze de olsun hafifleyecektir.
Üniversite yıllarımda dil ve yazı ile ilgili kitapların birinde bir öykü anımsıyorum. Bunlardan birisi özetle şöyleydi: Efendi sahip, uşak kızılderili yerliye bir sepetin içindeki bir miktar inciri komşu çiftliğin sahibine götürmesini istemiş. Sepetin içine kaç incir olduğunu belirtir bir not yazıp koymayı da ihmel etmemiş. Okuma yazması olmadığı gibi yazının ne işe yaradığından bile habersiz olan uşak; yolda acıkmış ve kimsenin farketmeyeceğini düşünerek incirlerden bir kaçını yemiş. Derken komşu çiftliğin sahibine incirlerin kalanını vermiş. Adam sepetteki notu okumuş ve incirleri saymış. Ekisik olduğunu anladığında o da bir not yazmış ve uşağı geri göndermiş. Efendi sahip komşusundan gelen notu okumuş ve inicrlerden tam olarak kaç tanesinin eksik olduğunu öğrenip uşağa söylemiş. Uşak bunun üzerine suçunu itiraf etmiş. Fakat bir yandan da bir takım şekillerden vucut bulmuş bu tuhaf simgelerin (yazının)canlı olduğunu ve gözleri aracılığıyla kendisini gördüğünü düşünmüş. Derken bir süre sonra efendi sahip, uşağı aynı görevle komşu çiftliğe elinde sepetle tekrar göndermiş ve tabi ki sepete kaç incir olduğunu belirtir pusulayı eklemeyi de ihmal etmemiş. Uşak yolda sepeti açıp pusula kağıdını taşların arasına gizlemiş ve üzerini iyice örtmüş. böylece kağıdın kendisini görmeyeceğini düşünmüş ve birkaç incir yemiş. Ancak suçu terkar anlaşıldığında hayrete düşmüş ve yazının herşeyi gören bilen duyan bir tanrı olduğuna kanaat getirmiş.
Yazı sahiden herşeyi gören bilen ve duyan bir tanrı mıdır, bazıları için evet. Bazıları içinse insan olma ayrıcalığımızın sıradan bir tezahürüdür sadece. Doğrusu ben birinci 'bazıları' hanesine alıyorum kendimi. Nedeni ise dünyayı ve yaşadığım zamanı kendi algı dünyamla imzalayıp sonsuzluğa bir duvar notu olarak bıraktığımı düşünmemeden ileri geliyor. yazı olmadan önce duvarlara çizilen resimlerin binlerce yılın içinden günümze kadar gelmesi nasıl olağanüstü bir şeyse, sıradan bir notun ya da sıkı bir Sait Faik öyküsünün yüz yıllar sonrasına kalma olasılığı da aynı ölçüde olağanüstü olsa gerek. Hiç unutur muyum bir filmde zamanının entellektüeli sayılacak; gezgin bir ortaçağ Arap savaçının yolu barbar Vikinglerin içine düşer. Vikinglerin lideri ona 'sen seslerin resmini yapabilir misin' diye sormuş; savaşçı 'evet' dedikten sonra önündeki kuma arapça harflerden oluşan kelimeler yazmaya başlamış ve sanki sahiden o anda tüm kelimeler bir çığlık postuna bürünüp donmuş; adamın kuma işlediği harflerin kavislerine sinmişti.
Biz, seslerin resmini yapmayı çok zahmetli bulan bir yüzyılın çocukları olarak artık onların şip şak fotolarını çekiyoruz. Hatta fotoları fotokopi yapıp elden ele dağıtıyoruz. Ancak her fotokopi gibi çıktığı özünden gittikçe uzaklaşan bir hal alıyor bu pratik işlem. Burda seslerin resmini yapmaya çalışmasam da çektiğim fotoğrafa sıkı bir rütuş atmak isterim. Çünkü tarih upuzun turuncudan arakladığı ensesini bir zaman benim kadim varoluşumun herhangi bir anına doğru eğdiğinde; gördüğü ve not etmek istediği şeyin çok özel olmasını isterim.
Herkese sevgiler.

Kadın Hakları Komisyonu beş erkekten oluşur

Kadın Hakları Komisyonu beş erkekten oluşur

Sinema tarihinin belki de en iyi 100 ekşın filminden birisi 'Olağan Şüpheliler.' Filmin kendisi kadar görkemli olan afişinde 'olağan şüpheli' beş kahramanın yüzlerine ve bedenlerine rücu etmiş anlatımları öylesine güçlüdür ki: Kendi kendine meditasyon yapabilmek gibi lükslere sahip biri sırf bu afişten yola çıkarak filmin yarısını badava izleyebilir.:) Efendim aynı soyutlama bu akşam bir tv kanalında gösterilen 'günün fotoğrafı' için de pekala yapılabilirdi. Trabzon Valiliği bünyesinde kurulan 'Kadın Hakları Komisyonu' üyelerinin toplu halde çektirdikleri fotoğrafa baktığımda hem güldüm hem de üzldüm.

Beşi bir yerde mi derler? Öyle. Yiğit civan beş erkek. Hepsi de aile babası mazbut ev erkekleri. Sakalları bıyıkları onların mutaasıp hayatlarına atılmış bir noter imzası gibi. Elbette herkesin bıyığı sakalı kendine. Ancak bırakınız da kadının hali pür melali de kendine olsun. Kendi varoluşuyla ilgili bu kadar doğrudan bir oluşum içinde bizzat kendisi olsun. Koskoca Trabzonda 'kadın hakları komisyonu'nda çalışacak beş kadın yok mu. Yok. Ne Trabzonda ne başka bir yerde. Memleketimin kara bıyıklı, sanat, estetik, zerafet ve kültür yoksunu resmi kurumları erkek egemen hegamonyasının hantal homurtuları altında inlemekteyken, bu tür zerafet tayflarından bahsetmek mümkün mü.
Bana kalırsa herkes kendi adına oturup utanmalı. Çünkü Cumhuriyetin ilanıyla başlayan kadının özgürleştirilmesi hususunda feci halde gol yemiş durumdayız. Lakin asıl mesele gol yemiş olmamız değil. Oynadığımız maçın zati ta başından bu yana şikeli olmasıdır.
Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan sosyal bilimcilerimiz ve aklı selim tarihçilerimiz, Cumhuriyet kazanımlarının en genel anlamda Kemalizm doktrini ile ilgili olduğunu söyleyip durdular. Budunun muteber talepleri ile vuku bulan inkılaplar değildi bir çoğu. Harf, şapka, ölçü ve saat, en nihayetinde kadına seçme ve seçilme hakkı. Hepsi Cumhuriyet doktrininin tepeden inme devrimleriydi. -'Tepeden inme' terimi içinde ne kadar aşağılayıcı bir ima barındırıyor olsa da asıl mesele aşağılamak falan değil elbet. Bilakis halkın böyle bir talebi yok iken bununun vazgeçilmezliğini idrak edip bir çok zorluğa katlanmak hakikaten alkışlanması gereken bir başarı. Gönül isterdi ki alkışlanması gerekenler mlyonlarca vatan evladının bizzat kendisi olsun. Ne yazık ki değil. Çünkü onlar sadece vatanı emperyalist sömürgeci kafirlerden büyük bedeller ödeyerek kurtarmış ve başkomutanına teslim ederek köyüne dönmeyi; tarlasıyla tapanıyla uğraşmayı yeğlemiştir. Eğer düşman vatanın bir karış toprağına göz koyarsa, yükseklerden, tepelerden, dağlardan, tarlalaradan kopup gelecek ve ümmeti müslümanı ehil ellere teslim edecek ve gerisin geriye tekrar evine dönecektir. Gönül isterdi ki bu kahramanca tutum demokratik laik bir cumhuriyetin istek ve ısrarı için de aynı şiirselliği barıdırsın.
Kadın hakları komisyonun beş mazbut erkeği akşam hanımlarının kendilerine sunduğu çayları yudumlayıp kızlarına daha terbiyeli olmaları gerektiğini salık verirlerken sokaklarda, caddelerde ve bilimum sosyal yaşamın hücrelerinde kadınların o olmazsa olmaz zerafeti inceden inceye yok olmakta.
Tıpkı akıntısını seyretmeye doyamadığımız bir nehrenin suyunun çekilmesi ve suyun altındaki kurak ve yumru toprağın ortaya çıkması gibi. İşte Trabzon valiliğindeki beş erkekten müteşebbis 'kadın hakları komisyonu' da tıpkı o güzelim suyun buharlaşıp altındaki kıraç toprağın genel manzarayı göçük altında bırakması durumudur

Mahalle de basık, hava da...

Mahalle de basık, hava da...

Şerif Mardin kuyuya taş atan bir deli midir? Evet. Hem de köyün delisi. 'Çok'un karşısında 'tek' olmak artık daha da zorlaştığı için mi mahalle baskısından söz edildi.
Aslında Türkiye'de muteber olan; söylenenin, yapılanın, görselleşenin ya da afişe olanın içeriğindeki nitelik falan değil. Sadece tuhaf bir zar sihiriyle zamanında ve yerinde denk getirip söylemek ya da yapmak, bazen de yapmamak. Tıpkı geçtiğimiz yaz Türkbükü şezlongunu yazlık saray postunda kiralayan küçük hanımın bu cool tavrının milletçe başımza bela olması gibi. Anlaşılıyor ki bazen hiç birşey yapmadan da birçok şey yapılabiliyormuş memleketimde. Mahalle baskısına geri dönersek. efendim sahiden var mıdır mahalle baskısı. Adında mutabık kalamadığımız ve vekaleten adlar taktığımız islamcılar (mı) mutaasıplar (mı) şeriatçılar (mı) gericiler (mi) tutcular (mı) muhafazakarlar (mı) her kimse onlar, yani istatistik lisanında ben değilsem karşımdaki olan kişi(ler) bu tür korkuların abartılı olduğunu beyan etmekte gecikmediler.
Toplumun sözümona(!) kuşku ve şüphelerinin doruk yaptığı bir kaç gün içinde gelişen olay ve beyanlara bakıldığında hiçbir şey söylemeye gerek kalmadığı ortadaydı. Başbakanın kadınlarla ilgili hikmetinden sual olunmaz ali cenaplıkla 'merak etmeyin haklarınızın teminatı benim' mealinden sözler söylemesi buna bir örnekti. Yani ki, zahmet buyurup 'korkmayın ben varım' derken 'sizden öte ben varım' ve sizden öte ben muktedirim türünden teminat beyanında bulunmanın bir çeşit fazilet olduğunu düşünmüş müşfik bir yönetici profili mi bu. yoksa yeni moda efendi köle ilişkisinin alt metni mi ..
Aynı günlerde 'kadınlar ruandaya' sözü de inciler koleksiyonunun muteber taneciklerinden birisi oluverdi. (unutalar ve bilmeyenler için küçük bir not olarak: 90'ların başında Ruanda da iki kabile arasında baş gösteren çatışma kısa sürede bir kabilenin diğerini açıkça ve alenen katletmesiyle devam etti. Modern zamanların kanı soğumamış vahşetlerinden en büyüğü olarak günümüz tarihinin taze mürekkebiyle geleceğe ileteceğimiz bir utanç olayıdır bu. Haftalara hatta günlere sığacak kadar kısa bir sürede bir milyonun üzerinde insan katledilmiş, katliamda ölen erkelerin oranı oldukça fazla olduğu için savaştan sonra Ruanda meclisinde biraz da zorunluluktan parlementerlerin yüzde kırkı kadınlardan oluşuvermişti. Parlementoda ezici sayılacak bir çoğunluk elde eden kadınlar elbette çağdaş dünyanın bir parçası olarak anayasalarını kadınlara özgürlükçü maddelerle yücelltiler ve hala da yüceltmeye devam etmektedirler. )
İşte bizim başbakanımızın ima ettiği Ruanda olayı tam olarak budur. Tuhaf, acı ve kızgınlık verici. Herşeyden önce vahşi bir katlimın yarattığı bu durumu bir polemik malzemesi olarak sunmak ahlaki midir. Hele hele dini saikleri sosyal yaşamının başat referansı olan bir kişinin en hafifinden kendi dininin töresine de zıt olabilecek sözler değil midir bunlar.
Mahalle basıkısı fenomeninin ortalığı kasıp kavurduğu ilk günlerde islamcı diye(lim bari) tabir edilen basın yayın kuruluşlarından bir bölümünün yine kendi cenahlarından mutaassıp bir bayanın kadın hakları ile ilgili yazdıklarına ve düşündüklerini ifade etmesine karşın takındıkları hırçın tavır onları kadına yönelik aşağılayı hakaretleri fütursuzca söylemeye kadar götürdü. yani takke düştü kel göründü.
Mahalle baskısı hep vardı. Şimdi ayyuka çıktı. Günümüz Türkiyesinde oruç tuttuğu için öldürülen birisi olduğunu gördünüz mü. Bu satırların naçiz yazarı ortaokul yıllarında yeni yetme bir çocukken ramazan ayında cami tuvaletlerinde küflenmiş kaymaklı büsküvi yemek zorunda kaldığı küçük bir doğu kasabasında büyümüşür ve hala (tiksindiği için) kaymaklı büsküvi yememektedir. Ramazan ayında sokakta bişey yeme ya da içmeyi bir yana bırakın oruç tutmadığı rivayet edilenlerin bile linç edilidiğini görmüş olanların sayısı hiç de az değildir. İran'da devrim muhafızı, Suudi Arabistan'da İslam Polisi varsa bizim de mahalle baskımız vardır. Hem de daniskası vardır. Eski köye yeni adet getirenleri sevmeyiz. Top sakal bırakanı önce döver sonra kendi haline bırakırız. Başı açık olan kadın sayısı az ya da çok. Mesele bu değil. Sokağın dilinin eril olması asıl mesele. Yeni yetme delikanlıların teknoloji adına tek tasavvurlarının cep telefonu melodi ve oyunlarının olduğu; hayal dünyası adına tek arpalarının Polat Alemdar ruhu olduğu mahallelerin tespihli, satırlı, yalnız gezen ve artık sadece başı açık kızlara laf atan, taciz eden salya sümük kat elbiseli böğürücü gençlerin gümbür gümbür mahallesi burası. Zamanın birinde birisi efendim memleket mozaik demişti de merhum Türkeş 'ne mazayiği ulan mermer mermer' demişti vallahi helal olsun kendisi alaylı bir sosyologmuşta haberimiz yokmuş. marmerden bir baskının altında inim inim inliyoruz. mermer gibi tek ve soğuk her yanımız.
Aslında Şerif Mardin in söylediklerine ek olarak naçizane fikrim şudur : Mesele sistemli bir çapsızlaşma hadisesidir. Zevkleri kabalaşan, eğlenceleri güdükleşen, zerafeti nispet küstahlığına dönüşen takıntılı, taraflı, hastalıklı bir sosyalleşme çapsızlığıdır bu. Dinlenen müziklerden; okun(may)an kitaplara; tv programlarından; giyim kuşama kadar her kademe ve yerde sokağın dili çapsızlaşıyor. Ancak bunu başlatan her türden yönetici sınıfın ta kendisidir. Çünkü en başta onların estetik, kültürel ve sanatsal ufuklarında acı verici bir çapsızlık yaşanmaktadır. Sokak ve caddelerde sergilenen ve adına heykel denen rezaletler. Sergi diye kabul edilip uyduruk el işçiliği hırsızlaması hilkat garibelerinin ortalarda dolaştığı kasabalar, şehirler, mimari adına hiçbir anlamı olmayan binalar, taş, asfalt ve mucurdan hayat bulmuş yaşam(ama) alanları... Herşeyden önce bizzat kendi varlığına baskı yapan bir beton yığını değil de nedir tüm bunlar.
Mesleğinde yükselmenin daha fazla 'allaha şükür' daha fazla cemaat referansı, takunya giymek olduğu, sendikaların kadro danışma merkezi olduğu, şube müdürlerinin ve her türden iş bitiricinin hınca hınç inşa ettiği şey mahalle baskısı değil allahına kadar kurumsal baskıdır. Dünün birokratlarından şikayetçi olanlar bugün işe yeni sürüm birokrat bir sınıf yaratmakla başladı. Milli Eğitim başta olmak üzere en küçük memurundan valisine kadar
tüm birokratlar ve memurlar önce kendisinden olanın sonra memleketin hizmetindeler.
Bir bütün olarak yetiştiremediğimiz insanların bir şeyi hep eksik kaldığı için mi mahalle baskısından söz ediyoruz. Bir çeşit orantısız güç mü denmeli buna. Üst düzey makam odalarının duvarlarında asılı olan resimler, duvar süslemeleri, dinlenen müzikler en hafifinden zerafet yoksunu, kaba, güdük, sıkıntı verici. Hep 'ben burdayım ve buyum' dayatmacılığıyla soluk alıp veren koridorlar, duvarlar. Tekleştirici, yok sayıcı, ezici, buyrgan ve itaatkar. Dünün rejimindeki baskıcı ikonalardan şikayet edenler yerine ne koydular allasen?! Yeni bir dil mi. Sanat mı Kültür mü. Edebiyat ya da retorik mi. yoksa refah mı?..Ne? .. Koskocaman bir itaatkarlık .. Hepsi bu. Altta kalanın boynu kopsun. Cemaat namazda sen neden değilsin. Ramazan ayında zahmet edip nezaketen olsa bile o çok değer verdikleri ikram seramonisini arka ceplerinin karanlık içlerinde saklayanlar mı demokrat olacak. Avrupa Birliği palavrasıyla Avrupanın kanla, gözyaşıyla, akılla, bilim ve sanatla katettiği o yoldan fersah fersah bizi uzağa itenlerin mahallesindeyiz. Geçmiş olsun. Mahalle de basık. Hava da..
Mahallenin baskısı sadece bizim gibi kat be kat memleketin zencilerine dönüşen ötekiler üzerine midir. Değildir elbet. Herşeyden önce kendi varoluşundan kaynaklanan yüzyılların sayısız dirhemleriyle oluşturduğu ve bizzat kendi içine batan kendini yoran hantallaştıran bir baskısı vardır. Bir gün sosyal yaşamın fay hatlarında yaşanacak en küçük kayma bu fazla yüklü olan mahalleleri önce kendi varlığının köhne içlerine göçürtecek sonra oradan geçerken hasbel kader felaketten nasibini alacak benim gibi insanların başına geçecek. Ama en azından baskı ortadan kalkacak. Mahalle de artık tekrar inşa edilemeyecek

Mustafa Gerger' in ölüm töreni

Mustafa Gerger' in ölüm töreni

‘Her ölüm erken ölümdür.’
C. Süreyya
1-MORG
Herkes en az bir defa ölüm ritüeliyle karşılaşmış gibiydi. Kendimi Balıkesir devlet hastanesinin geniş bahçesindeki kamelyada öğretmenlerle otururken bulmuştum. Hiç kimsenin ağlamakta bir beis görmediği ender anlardandı. Kelimeleri seçerken hepimiz biraz daha dikkatli davranıyorduk. Kendi adıma düşündüğümde bu özenli konuşma ya da davranma halinin bana bir çeşit dinginlik kattığı ortadaydı.
Mustafa Gerger, uzun sürecek yaz tatili yolculuğu için ön hazırlıklar yaparken ansızın ölmüştü. Kısa bir süre önce kalbindeki tuhaf sıkışmadan ötürü öğretmenlik yaptığı kasabanın sağlık ocağına gitmiş, oradan da Balıkesir devlet hastanesi kardiyoloji ünitesine sevk edilmişti. Kasabanın içler acısı hurda otobüsüyle, yaz sıcağının boğuntu yaratan havasını soluyarak kente inmiş ve oracıkta, arabadan indiği yerde kalp krizi geçirmiş ve ölmüştü.
Bu tür durumlarda çokça yapıldığı gibi ölüm anının bin bir türlü ayrıntısı ortalıkta dolaşıyor, olay giderek kendi gerçekliğinden ve doğallığından sıyrılıp bir çeşit işaretler, doğa üstü referanslar içeren hal almaya başlıyordu. Ancak tüm bu uhrevi olay örgüleri içinde ne kadar atlatılmaya çalışılırsa çalışılsın geriye yalın bir acı ve şaşkınlığın kaldığı aşikardı.
Ölüm haberini aldığımda evimde, akşam yemeğindeydim. Cep telefonuma gelen mesaj yalın, çarpıcı ve acıydı.. ’adem Mustafa Gerger i kaybettik. Yarın Paşa camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra defnedilecek. Başımız sağ olsun.’ Mesajı okumuş olmak korkunçtu elbette. Balkona çıkıp karşımda duran karanlığa anlamsızca baktım. Ellerim balkon demirlerinin serinliğini kavrarken gözlerim alacakaranlıkta esen rüzgarın etkisiyle salınan kavak ağaçlarına odaklanmıştı. Ağaçların yapraklarından boşalan hışırtıların karanlığı doldurarak kulağıma kadar geldiğini bazen fark ediyor bazen unutup başka şeyler düşünürken buluyordum kendimi. Orada . ne kadar durduğumu ve tam olarak neler düşündüğümü bilmiyorum. O gece anlamsız, karışık tuhaf rüyalar gördüm, yarı rüya yarı kabusların geneli elbette olayla ilgiliydi. Açıkça söylemek gerekirse nasıl bir tepki vereceğimi kontrol edecek durumda değildim. Aslında sorun tepkilerimin nasıl olduğundan çok olayın gerçeklikle bağlantısını bir türlü sürekli kılamamamdaydı.
Ölüm sivil bir olay mıdır? Ölümle gelen boşluk, geriye kalanları üzdüğü kadar telaşlandırır da. Çünkü ölüm bir olgu olarak oldukça yalın, kravatsız bir olaydır. Geriye kalanların telaşı bu sivil hadiseye bir çeşit resmiyet kazandırma çabasından ileri geliyordur muhtemelen. Ertesi gün hastane bahçesinden başlayacak olan bu sosyal resmiyetin bir parçası olmak için kendimi hazır hissetmiyordum pek.
Bana kalsa kimseye görünmeden kendi yasımı kendim tutmak isterdim. Ancak bu mümkün değildi, ortak yas tutulmalıydı. Hastane bahçesindeki kamelyada oturan öğretmenler kuşkusuz çok üzgünlerdi. Sanki bu ölümün, herkesin şahsını ilgilendiren acıtıcı bir yanı var gibiydi. Hepimizde mesleki bir kusur olarak adlandırılacak olan edilgenliğin iki katına çıktığını ve bazı durumlarda bir müdahale gerektirdiğini görüyordum. Metin bey bu tür durumlar için toparlayıcı bir rol üstlenmeyi bir görev bilmişti.
Naaş henüz morgdaydı ve morg yanı başımdaydı. Morga girmek istedim, ancak sanki küçük bir engel çıksa hemen kabullenecek ve naşı görmekten vazgeçecektim. Yine de kendimi morgun ürpertici serin içlerinde, naşın önünde buldum.
Ceset kefene sarılmıştı ve kefen iki ucundan bağlanmıştı. Beyaz kaput bezini kayıtsız bir edayla açmaya başlayan görevlinin devinimleri ilerledikçe, kendimi karşılaşacağım şeye hazırlamaya çalışıyordum. Kefen katlardan oluşmuştu, her kat açıldıkça kafanın anatomisi kendi biçimine bürünüyor, yüzün iskeleti genel hatlarıyla belirginleşmeye başlıyordu. Son kat açıldığında algıladığım ilk şey renksizlikti. Buna solgunluk denemezdi, morlaşmış dudaklar, yüzün hemen hemen tüm bölgelerine yayılan aynı tonda bir renksizlik donuk bir anlam yaratmıştı. O anda canlı bir yüz ile cansız bir yüzü ayırt etmemizi sağlayan sayısız ayrıntının kıpırtının, renk ve enerji ritminin görünmezliğini daha iyi algıladım. Gerçekte, canlı olan bir yüzün altında yaşayan, devinim içinde olan başka bir hareket olduğunu biliriz. Canlı yüzlerin suretleri uykunun donukluğuna bürünseler bile arka planda hareket eden, var olma enerjisi yaratan bir devinimi içerir. Ancak morgda gördüğüm Gerger in yüzü tüm bu anlamlardan soyutlanmış, adeta terkedilmiş bir eldiven gibi cansız, oracıkta yığılı durmaktaydı. Kulak delikleri, burun delikleri, ağız kenarları küçük pamuk parçalarıyla kapatılmıştı. Gözleri kapalıydı. Muhtemelen beş saniye süren bu karşılaşmadan çıkıp kendimi hızla morgun dışına attım. İstediğim tek şey yalnız kalmaktı.
Hastanenin herhangi bir kapısından içeri dalıp herhangi bir koridorun ucunda kalorifer peteklerine dayadığım ellerimi anlamsızca demire bastırarak kesik nefesler alıyordum. Ağlıyor muydum, gözlerim yanmaya başlamış, ayaklarımın feri gürültülü bir sessizlikle bedenimi terk etmeye başlamıştı. Ayakta duracak gücü bulmakta zorlanıyordum. Ne düşünsem oracıkta, o anda kafamdan kovuyor ve bir şey düşünmemeye çalışıyordum. Ancak kendimi her seferinde bir şey düşünürken veya o düşünceyi aklımdan kovmaya çalışırken buluyordum. Kalorifer peteğinin sessiz soğukluğunu örten beyaz yağlıboyanın mat yüzeyine sinmiş yaz sıcaklığının oraya nasıl hapsolduğunu düşünüyor, bu sıcaklığın nasıl oluyor da diplerden gelen demirin serinliğine ve soğuğuna yenildiğini bulmaya çalışıyor, ardından bu düşünceyi hemen beynimden kovuyor ve algılarımın rastlantılarında bir o yana bir bu yana dalgalanan zihnimi toparlamaya çalışıyordum. Muhtemelen beş dakika oracıkta, nereye açıldığını bilmediğim o koridorda tek başıma sessizce durdum. Gözlerimi silip derin bir nefes aldım ve dışarıya çıkmak için zihnimin toparlanmasını bekledim.
Morg hastanenin arkasındaydı. Eni ortalama üç metreyi bulan on/on iki metre uzunluğunda eğimli bir yamacın alt ucundaydı. Kafamı önüme eğerek yamacı ağır adımlarla çıkmaya başladım. Yamacın diğer ucunda duran yeşil cenaze arabasındaki boş tabuta bakarken Gerger in iri bedeninin bu tabuta nasıl sığacağını düşündüm bir an.
2- CENAZE EVİ
Gerger in hemen hemen her sohbetinde sıklıkla söz ettiği abisinin evine yanaşan cenaze arabasını oldukça kalabalık bir grup bekliyordu. Olayla ilgisi olan olmayan bir çok kadın erkek, yaşlı genç orda yeşil cenaze arabasının matem hızındaki devinimlerine dalarak kendi sonlarıyla da ilişkilendirilebilecek çağrışım havuzunda pek alışık olmadıkları şeyler düşünüyorlardı. Kalabalığın uzak köşelerinde olayın ayrıntılarını ve içeriğini ifşa eden sessiz konuşmalar, sıklıkla dua ve tanrıya yakarı içeren iyi niyet temennileriyle kesiliyordu. Her sabah terli dalgınlıklarımızı alarak yola çıkıp gittiğimiz okulun ait olduğu kasabadan iki otobüs dolusu insan evin önüne henüz inmiş, ortalığa şaşkın yüz ifadeleriyle bakıyorlardı. Cenaze arabasının durduğu iki katlı evin tüm kapı ve pencereleri açıktı. Uzaktan bakılınca bir birinden ayırt edilmesi pek de mümkün olmayan örtülü kadınların feryat figanları; ağlayış ve bağırışları yükseliyordu. Cenaze arabasından inen tabutun her yeri dolduran imgesi karşısında sesler birden daha da yükseldi. İmam, Türkçe Arapça karışımı dualar okudu. Her şey içli bir ritüelle oracıkta gerçekleşiveriyor, yazın kavurucu sıcağı herkesi yanındaki insana/ şeye daha da yaklaştırıyordu. Evin ikinci katında kadınların kara etekleri arkasında kafasını zorlukla seçtiğim Çiğdem (Gerger in on üç yaşındaki kızı) çığlık çığlığa ağlıyor; beyaz uzun narin ellerini çilli yüzüne kapatarak bağırıyor haykırıyor, sanki aklında itiraz edecek bir sürü neden varmış gibi yerinde çırpınıyordu. Bu yürek parçalayıcı figanı görmemek mümkün değildi. Ortalıktaki derin uğultu çiğdemin sesiyle kesiliyor, ve tekrar kaldığı yerden devam ediyordu. Cenaze evindeki tören aceleye getirilmişti. Belki de hep böyleydi. Ancak eksik değildi. Eksik olan tek şey Gerger in yaşayan ve Çiğdeme kim bilir kaç masal anlatan kalın ve tok sesiydi.
3- PAŞA CAMİİNDE KILINAN NAMAZ
Kuşluk vaktini devirmek üzere olan gölgelerin eşliğinde paşa camiinin şişman avlusunda abdest alan insanların arasına dizilip sessizce abdest aldık. Bahçedeki sedir ağaçlarının büyük dallarındaki kuşların sesleri, bahçe duvarının ötesinde duran şehir merkezinin trafik uğultusu ve camii imamının derin manalara bandırdığı sesinden okunan ezana müteakiben namaz için saf tutuldu. sıralı insan kalabalığı içinde tek tük tanıdıkların yüzlerine rastlıyordum. Selam vermek için başımızı uyumlu bir şekilde önce sağa sonra sola çevirdik. Az ötemizde duran teneşir taşının üzerindeki naaş, gürültünün ve hareketin içinde kendi sessizliğine bürünmüş ve ağırca duruyordu. Hep bir ağızdan hakkımızı helal ettik. Namaz bittikten hemen sonra tabutun etrafında oluşan kalabalık esmer ve sessiz kelimelerle mezarlık yolu güzergahını kararlaştırıyordu. Etrafta, sağa sola önemli haberler taşıyan insanların hızları uçuşuyordu.
Naaş onlarca elin uğultulu özeniyle hafifçe kaldırıldı ve omuzlara alındı. Henüz cami avlusunda olmamıza rağmen herkes tabutu sırtlamak için önlere doğru ilerlemeye başlıyor, kalabalık ince uzun bir şerit olmaktan çıkıp önlere doğru kalınlaşan karmaşık bir yün yumağına benziyordu.
4-MEZARLIK YOLU
Şehrin ara sokaklarından geçerek ağır hamlelerle mezarlığa doğru yürüyen insanların içinde son sıralardaydım. Sanki Gerger in gözleri, yıllarca sahil lokantalarının mutfaklarında salata yapan iri ve kemikli ellerinin bıçağı kavrayışındaki kararlığı eşliğinde benimle sohbet ediyordu. Eminim herkesin zihninden en az benim olduğu kadar mühim ve dokunaklı şeyler geçiyordu.
Mezarlığa doğru uzanan yol mahalle aralarından, dar sokaklardan, ara yollardan ve şehrin ana yollarının kesiştiği kavşaklardan geçiyordu. Yoldaki her metrenin kendine özgü mülayim kombinasyonları tabutu taşıyan akil adamların dikkatli hesaplamaları sonucunda sakince aşılıyordu. Yolda, evlerinin pencerelerindeki kapalı yaşanmışlıklarına ara veren onlarca meraklı göz kalabalığı inceliyor, tabutu görmeye çalışır gibi boyunlarını utangaç ve dikkatli tonlarda uzatıyordu. Yolun kenarında olayla ilgisi olmayan birçok insan, bir cenaze geçidine tanık olmanın manevi sorumluğuna istinaden ellerini açıp dudaklarını sessizce kıpırdatarak dualar okuyordu. İçlerinden ender de olsa merakına yenik düşüp tabuttakinin kim olduğunu, kaç yaşında ve nasıl öldüğü hususunda yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek kelimeler seçerek sorular soruyordu.
5-MEZARLIK
Mezarlığın geniş demir kapısını bekçi açtı. Kalabalık, bürünebileceği en tenha poz ile mezarlığın koyu yeşil içlerine doğru akmaya başladığında ben en önlerdeydim. Nasıl olduğunu tam kestiremediğim tuhaf bir sıra hukukuyla tabutun kollarından birisini omzumda bulmuştum. Önümde arkamda sağımda ve solumda akan insan selinin yürüyüş ritmimi bozmaması için bazı adımlarımı yarım atmak zorunda kalıyordum..
Mezarlığın sıralı taşlarını sabırla geçtikten sonra yeni kazınmış mezarın başına geldik. Tabut, önceden hazırlanmış bir taşın üzerine konularak, mezarlığın tam olarak açılması beklendi. Gerger’in memleketi olan Urfa dan getirilen toprağın mezara atılması için sessiz bir uyarı ve ısrar bir süre herkesin üzerine düşüneceği ya da fikir beyan edeceği somut bir konu oluverdi. Tabutun içinden çıkarılan naaş baş tarafı kıbleye gelecek şekilde mezara yerleştirildi. Sağ yanı üzerine mezarın bir tarafına yerleştirilen naaş yüzü toprağa dönük bir şekilde bırakıldı. Bedenin sonsuz yalnızlığının başladığı ilk an yaklaşmıştı. Mezarın içindeki son kişi de yukarı çıktıktan sonra ellerinde kürekler olan birkaç genç dikkatli kürek darbeleriyle merteklerin üzerine gelecek şekilde toprağı atmaya başladılar. Her kürek hamlesinden sonra Gerger in morgda gördüğüm huzurlu yalın ve tenha ifadesi örtülmeye başlıyordu. Mezar örtülmeye devam ederken imam dualar okuyor, duanın bazı yerlerinde kalabalıktan‘fatiha’ ‘amin’ gibi çoğul temenniler yükseliyordu. Her şey çabucak bitti. Ve aynı hızla insanlar mezarlığın çıkışına doğru yönelmeye başladı. Gitmekte ayak diretenler bizim gibi Gerger e daha yakın olan kimselerdi. Sonra biz de mezarın üzerine avuçladığımız toprakları koyup su döktük ve içimizden bazılarının mırıltıyla ağzından çıkan dualarına kulak kabartarak kalktık ve yavaşça geriye dönüp yürümeye başladık.
Onun olmayan bir şehirde, onun olmayan bir mezarlıkta gömülmüş arkadaşıma dönüp son defa baktım. Banim olmayan bu kentten ayrılacak ve belki bir daha bu kente uğramayacaktım. Yamaca kurulmuş yeni mezarlığın baş ucunda duran küçük ardıç ağacının üzerinde minik bir serçe ansızın havalandı. Gerger in iri gövdesindeki narin, saygılı ve evhamlı imge sanki serçenin bedeninde ete ve kemiğe bürünmüş gibi temmuz göğünün mavi içlerine doğru uçup gitti.

kozmokomik günlükler

Karşıdan karşıya geçerken küllükler

Küllük nedir? Küllük sigaranın bir aksesuarıdır. Sigaranın etkinlik alanı içinde, ona bağımlı olarak biçimlenen ve sigara ile ilgili yargılarımızdan -paylanan- , talihsiz bir nesnedir. Camdan, plastikten, porselenden, demirden ve hatta aliminyum folyodan yapılmış olanları vardır. Kabul etmeliyim ki pis kokarlar. Burnumuzun dibinde durmalarına dayanamayız. Çiçeklerle anıldıkları sadece bir alan vardır; bol miktarda çiçek ve küllükle aynı odada uyumak istemeyiz.

Onu Erzurum'daki tek odalı evimizin baş köşesinde duran, annemin kahverengi ahşap çeyiz sandığında gördüm ilk defa. Henüz elektriğin bile yaşamlarımıza zuhur etmediği bir dağ köyünde kışın yolların kar nedeniyle kapandığı yazın ise bol miktarda tozun ve yağmurun olduğu geniş gökler altındaki çocukların hepsi için 'şehir'den devşirilmiş bir obje ya da eşya olağan üstü rağbet görürdü. Hele cam olanların karizması kat be kat fazlaydı. Endüstriyel üretimin zıvanasından çıkıp ortalıkta ürediği zamanlara ramak kala geçen çocukluğum şimdi düşündüğümde oldukça natürel imgelerle doluymuş. Fabrikasyon düz ve simetrik olanı hayatlarımza sokmadan önce ender rastlanan her türlü endüstriyel gereç gibi küllük de gereğinden fazla rağbet görmekteydi. Silindir biçiminde saydam bir camdan yapılmıştı. Bu cam küllükler misafir ağırlama ayinlerinin dışında pek ortalıkta dolaşmazdı. Suskun ve alıngandı. İşi bitince temizlenir, paklanır ve ince işlemeli dantel örtülerin, kuşakların rengarenk boncukların arasına dönerdi. İnceliğini burdan almış olmalıydı. Ona dokunmak, onunla oyun oynamak, yoğurmak biz köy çocuklarına göre değildi. Her an kırılabilirdi, sonuçta camdı ve cam çok değerli birşeydi. Öyle değerliydi ki ; Babam bile sigara içmek için eski bardak altlıklarını kullanırdı. Ruhunun tüm inceliğini az kullanılıyor oluşuna ve cam oluşuna bağladım yıllar sonra. Ancak beni asıl düşündüren şuydu; Lanetlenmiş bir madde olarak sigara, neden bu değerli nesneye tecavüz ederdi? Öyle ya, Annem hep sigaranın kötü bir alışkanlık olduğunu söyler, o güzelim küllüğü misafirlerin sigaraları için heba ederdi.


Ortaokulu okumak için gittiğim Oltu'da; otellerde, tek odalı izbe evlerde kaldığım dönem ise; Bu nesne ile ikinci yaşanmışlık dönemimdir. İşsizliğin kavurduğu sisli kahvehanlerde; İnsanlar, sözcükler, bardaklar, masalar, kokular, dumanlar arasında kendi bütünlüğünü korumaya çalışırken bulurdum onu. Büyük ve nasırlı ellerin, siyah paltolu dirseklerin ve ağzı sıkıca düğümlenmiş içinde çay, şeker olan siyah naylon poşetlerin olduğu masaların, ücra köşelerine itilmiş; genelde düşmek üzere olan o zavallı küllükleri unutmadım hiç. İnce metal plakanın basit bir torna işlemi ile vücut bulmuşlardı. Evimizdeki cam küllük gibi değillerdi. Kirli, paslı, yaralı ve solgun görünüyorlardı. Sabahın erken saatlerinde; Cılız kış güneşinin vurduğu boş kahvehane masasının üzerinde kesme şeker kutusu ile yanyana durur, yalın ve uykulu gözlerle yeni güne alışmaya çalışırlardı. Aynı küllüklerin yorgun ve terli hali akşamın geldiğini, bir günün daha bittiğini anlatırdı. Yorgun ve terli olurlardı; çünkü uzak dağ köylerinden gelen köylüler, kalın paltoları ve büyük elleri ile masaya yaslanıp çay içerler, ağızları sıkıca bağlanmış siyah poşetlerini yanıbaşlarına koyup, büyük avuçlarında kaybolan -uzaktan boş bir yumruğu ağızlarına götürüyormuş izlenimi veren- küçük bardaklarda çay içerlerdi. Metal küllüklerin keskin kenarlarını ellerinin nasırlı yerlerine bastırarak ve bağırarak tarlalardan, inek fiyatlarından konuşurlardı. Kocaman ve kaba diresekleri ile
ezdikleri küllükler, ya masanın belirsiz derinliklerinde kaybolur ya da küçük dirsek darbeleri ile masadan düşüverirdi. İnce, tiz ve yayvan sesler çıkararak ayaklar altında kalır, tekrar masa üstüne konmayı beklerlerdi.

Liseye terfi ettiğimde küllüklerle olan ilişkim farklı bir kimlik kazanmıştı. Artık onlarla bireysel bir iletşimim vardı. Aynı salaş kahvehanelerde; hayatın hiç bir alanında başarılı olamamış yaşlı sünepe garsonların yavaş adımlarla getirdiği çayları içerken bir yandan da gizli gizli sigaramı tüttürürdüm. Bu sefil sayılacak metal küllükler büyük özenle evlerde kullanılmazdı.Herkes cam tercih ederdi. Hatta o kadar ki camdan koca olsa hiçbir teredüte düşmeden varacak yüzlerce taşralı kadın bilirdim. Dışarıda bana hep yanlış sorular soran bir hayat dururdu. Bense başımı eğer, ağzım ve küllük arasında oldukça sınırlı bir mesafeye sigaramı sıkıştırırdım.

Nöbetçi olduğum günlerde, öğretmenler odasına taşıdığım çayları, öğretmenlerin ukala el işaretleri doğrultusunda zarif ve desenli cam küllüklerin yanına bırakırdım. Kokuyla birlikte beni, sigaraya özendiren biraz da bu küllükler olmuştur. Büyük bir hınçla kalorifer dairesine inip sigaramı yakar, kocaman bodrum katın zeminini, hayatımda görüp göreceğim en büyük küllük ilan ederdim. Hızla içtiğim, külünü gelişigüzel döktüğüm kalorifer dairesi tüm lisenin küllüğü sayılırdı. Ancak hiç bir küllük beni aynı dönemde Oltu'da, bir beyaz eyşa dükkanında gördüğüm küllük kadar şaşırtmadı. Çapı ve yüksekliği standart olan bu küllüğün her tarafı kapalıydı. Üst yüzeyi çelik bir plaka ile kapatılmıştı. Çelik yüzeyin ortasındaki vidaya bir basınç uygulandığında kapağın dönerek zemine inmasi sağlanıyor; işlem bitince kapak, aynı ahenkli kavisle tekrar yüzeye çıkıyordu. Anlaşılan sigara kokusuna bir önlem olarak tasarlanmıştı. Ancak çok yaygın bir kullanım alanına sahip olamadı. Halk karmaşık şeyleri sevmiyordu, tıpkı bu küllükleri sevmedikleri gibi. Taşrada her nesneye olduğu gibi, küllüklere de ekonomik gelir göstergeleri olarak bakılır. Bundan ötürü evlerin vitrinlerinde kullanmayan çatal kaşık takımları, yemek takımları, çay ve kahve takımlarının yanında çeşitli küllükler olurdu. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi hepsi camdandı. Gelişmiş alım gücüne ve zevklere bağlı olarak; Oval, dikdörtgen, kare, silindir, çok köşeli küllükler... Vitrin camlarının arkasında başka bir cam...Birbirini tekrar eden iki aynı madde sadece... Daha sonra üniversite kantinlerinde tıpkı o kahvehanelerdeki küllükler gibi hunharca kullanılanlarıyla tanıştım. Ancak bu küllükler biraz daha entellektüel sayılırdı. Yazık ki bir küllüğün varlığını olumlayacak ölçüde bir güce sahip değildi bu tanım. Üniversitenin hayalet idari kadrosu; Anlaşılan o ki, kantinlerde sigara içilmesini pek onaylamıyor, ancak önlemekte de yetersiz kalıyordu. Bu nedenle küllüklerin özendirici ya da kalıcı olması mümkün değildi. Bir günlük kullanım için aliminyum folyodan yapılmış bu küllükler; çabucak katlanabiliyor, bir gazete kağıdı gibi buruşturulup çöpe atılabiiyordu. Ama öğrenciler daha çok çay ve kahve içilen plastik bardakları küllük olarak kullanıyorlardı. Geçmiş öğrenci kafilelerinden kalmış olan plastik bardaklar özellikle yanmakta olan sigarayı zahmetsizce söndürmekte çok işe yarardı. Yanmakta olan sigaranın bardağın altındaki suya temas ettiğinde çıkardığı sesi şimdi bile duyar gibiyim. Kantin kültürünün bir uzantısı sayılabilecek ölçüde küllüğü bir arada görmedim hiç. Derslerden bunalıp bağırarak konuşan erkek öğrencilerin, sıkıntıdan tırnaklarını yiyen kız öğrencilerin sigara ateşi ile delik deşik ettikleri plastik bardakların ortaya çıkardığı kötü görüntüyü küllüğe yeğleyen üniversite yönetimine şaşardım doğrusu.

Benim okuduğum üniversitenin kantinleri bu sıkıntıyı çekerken, başka bir üniversitede kurallar daha başkaydı. Kampüsün en işlek kantin duvarında şu cümle yer alıyordu: 'Eğer sigaranızı bardakta söndürecekseniz, söyleyin çayınızı küllükte getirelim' ... Korkunç bir itham! Her gün bu kaba uyarının muhattapı olmaya nasıl katlanılır? Düşünmek dahi zor.

Artık kent kültürünün birer parçası sayılan büyük alışveriş merkezlerinin fast-food cafelerinde ve ortamın hijyenik iletişim kalabalığı içerisinde aperatif yiyecekler ve içecekler satılıyor. Her biri endüstriyel tasarım harikası niteliğinde masa ve sandalyeye eşlik eden aliminyum folyo küllükler de tıpkı üniversitedeki yönetici zekanın uzantısıdır. 'Sigaraya karşıyız ancak, içebilirsiniz. Küllük olarak şu derme çatma kutuyu kullanınız. bu eyleminize verdiğimiz değer bu kadardır.' YÖNETİM ...Bu uygulama bazı büyük işyerlerinde ya da otellerde geçersizdir. Silindir çöp kutularının üst yüzeyi küllük olarak tasarlanmış ve çoğunlukla bu küllüklerin içerisinde sigaranın çabuk sönmesini sağlamak ve kokuyu önlemek için çakıl taşı ya da kum konmuştur. hem sigara söndürmek hem de küçük çöpleri atmak için tasarlanmış küllüklerdir bunlar.

Şimdi, bir kahvenin kareli masa örtüsüne yaslanıp bu yazıyı yazdığım alanda az ötemde duran sarı porselen küllüklere bakarken; Kullanım alanlarımızın ve kullandığımız nesnelerin aslında bizleri nasıl belirlediğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Kim bilir belki de birgün bünyem sigarayı kaldıramayacak ölçüde rahatsızlandığında; Küllüklere şimdi baktığım gözle bakmaktan vazgeçeceğim.


(NOT: Bu yazı tarafımdan 2001 yılında Eskişehir'de yazılmış ve Adana'da yayınlanan Adana Cep Sanat dergisinde yayınlanmıştır.)